06 ŞUBAT 2023 TARİHİNDE 10 İLİMİZİ ETKİLEYEN İKİ AYRI DEPREM NEDENİYLE TÜM ULUSUMUZA GEÇMİŞ OLSUN DİLEKLERİMİZLE; KAYIPLARIMIZA ALLAH'TAN RAHMET, YARALILARA ACİL ŞİFALAR VE KALANLARA SABIR DİLİYORUZ.
DİĞER YANDAN ADALETİN TECELLİSİ İÇİN; DOĞAL AFET DEPREMİN HASARSIZ VE/VEYA ZARARSIZ KAŞILANABİLMESİ YERİNE, DEPREMZEDELERİ, HUKUKA AYKIRI EYLEM VE İŞLEMLERİYLE CİSMANİ VE MADDİ ZARARLARA DUÇAR EDENLERİN; ÖZELLİKLE, İNŞAAT FİRMA VE MÜTEAHHİTLERİ İLE ONAY AŞAMASINA KADAR TÜM SORUMLULAR İÇİN DAVA ZAMANAŞIMININ, DEPREMİN GERÇEKLEŞTİĞİ TARİHTE BAŞLADIĞINA DAİR İLKE NİTELİĞİNDEKİ YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARINI, MAĞDURİYETLERİN BİR NEBZE DE OLSA EN BAŞINDAN ÖNLENMESİ CİHETİYLE, SİTEMİZDE PAYLAŞILMIŞTIR:
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU'NUN 04.06.2003 GÜN VE 2003/4-400 ESAS, 2003/393 KARAR SAYILI KARARI
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Dava, davalı tarafından inşa edilen ve davacının bir bağımsız bölümde kat irtifakına sahip olduğu binanın depremden dolayı oturulamayacak ve yıkılması gerekecek derecede hasar görmesi nedeniyle uğranılan zararın tazmini istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davacının .... numaralı meskende kat irtifakı sahibi olduğu, Kocaeli ....... Mahallesi .... ada .... parsel numaralı taşınmaz üzerindeki binanın, 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen deprem sırasında hasara uğradığını; depremden sonra yapılan delil tespiti sonucunda, bu hasarın, binanın bodrumsuz yapılması, temel kazısının yeterince yapılmamış olması, kolon kiriş sarılma bölgesinde etriye sıkılaşmasının yapılmaması, kolonlardaki düşey donatının çap olarak yetersiz bulunması sebeplerinden kaynaklandığının, böylece binayı inşa eden davalıların yapım hataları bulunduğunun belirlendiğini ileri sürerek, fazlaya ilişkin hak saklı kalmak kaydıyla 15 milyar TL maddi tazminatın 17.08.1999 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte binayı inşa eden davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalılar vekili, süresi içerisindeki 15.11.1999 günlü cevap dilekçesinde özetle, davaya konu binanın 04.01.1983 tarihinde yapıldığını, 17 yıl süreyle iskan edildiğini; BK'nun 126. maddesi gereğince bu tür davaların 5 yıllık zamanaşımına süresine tabi bulunduğunu, BK'nun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresinin dahi dolduğunu, davanın zamanaşımı yönünden reddi gerektiğini; davalılardan .......'in davaya konu binanın yüklenicilerinden biri olduğunu, ancak davalı şirketin binanın tesliminden çok sonra, 15.05.1985 tarihinde kurulduğunu, o nedenle davalı şirkete husumet düşmeyeceğini; esasen binanın fen ve sanat kurallarına uygun şekilde yapıldığını, ayıplı imalat iddiasının doğru olmadığını, davada dayanılan delil tespiti raporunun da kendi içinde çelişkili bulunduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel mahkemece verilen; davaya konu binanın 04.01.1983 tarihinde bitirilmiş olması karşısında zamanaşımı süresinin dolduğu, binanın bitirilmesinden sonra 1985 yılında kurulan davalı şirkete ise husumet düşmeyeceği gerekçesiyle, davalı ...... hakkındaki davanın zamanaşımı, davalı şirket hakkındaki davanın husumet yönünden reddine dair karar, Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.
Davalı .......'in yüklenici sıfatıyla inşa ettiği ve dosyadaki Yapı Kullanma İzin Kağıdından 04.01.1983 tarihinde tamamlandığı anlaşılan binadaki ... nolu meskenin, davacı tarafından 19.04.1990 tarihinde dava dışı üçüncü kişiden satın alındığı; 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremde binanın oturulamayacak ve yıkılması gerekecek derecede hasar gördüğü çekişmesizdir.
Yerel mahkemenin önceki kararı ile, bozma ve direnme kararlarının gerekçeleri itibariyle, Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda zamanaşımı süresinin binanın tamamlandığı tarihten mi, yoksa, depremin meydana geldiği tarihten itibaren mi başlayacağı; dolayısıyla, görülmekte olan davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılmış olup, olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Yukarıda açıklanan ve üzerinde çekişme bulunmayan maddi olguya göre, davacı ile davalı ........ arasında herhangi bir sözleşme ilişkisi mevcut değildir. Esasen, dava da, sözleşme ilişkisine değil, haksız fiil iddiasına dayalı olarak açılmış; gerek yerel mahkeme ve gerekse Özel Daire, tazminat isteminin haksız fiil hukuksal nedenine dayalı bulunduğunu benimsemişlerdir.
Böylece, davanın, haksız fiilden kaynaklandığı ileri sürülen zararın tazmini istemine ilişkin bulunduğu çekişmesizdir.
Davalının işlediği ileri sürülen haksız fiil, yapım hataları taşıyan bir bina inşa etmek ve deprem bölgesinde yapılacak yapılara ilişkin proje ve uygulama kurallarına uymamaktır. Maddi olgu, davanın hukuksal temeli ve istemin niteliği bu şekilde belirlendikten sonra, şimdi sıra, böyle bir davanın tabi bulunacağı zamanaşımı süresi ile bunun başlangıç tarihinin belirlenmesinde esas alınması gereken hukuksal düzenlemeler ile ilkelerin ortaya konulmasına gelmiştir.
Uyuşmazlığın üzerinde toplandığı yön itibariyle, öncelikle, haksız fiil ve zamanaşımı kavramları hakkında genel bir açıklama yapılmasında yarar görülmüştür:
Haksız fiil, hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir. Haksız fiilden söz edilebilmesi için, şu dört unsurun birlikte bulunması zorunludur: Öncelikle ortada hukuka aykırı bir fiil bulunmalıdır. İkinci unsur, fiili işleyenin kusurudur. Üçüncü olarak, kusurlu şekilde işlenen ve hukuka aykırı olan bu fiil nedeniyle bir zarar doğmalıdır. Nihayet, doğan zarar ile, hukuka aykırı fiil arasında nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda, haksız fiilin varlığından söz edilemez.
Zamanaşımı ise, en basit anlatımla, yasanın öngördüğü belli bir sürenin geçmesiyle, bir hakkın kazanılmasına veya bir borçtan kurtulunmasına olanak veren bir hukuki müessesedir. Borçtan kurtulma olanağı tanıyan yönüyle, zamanaşımı, maddi hukuka ilişkin bir müessese değildir; borçluya borçtan kurtulmasını sağlayacak savunma vasıtalarını sunarsa da, gerçekte bizatihi kendisi borcu ortadan kaldırmaz; sadece, alacağın istenebilmesi hakkını zaman itibariyle sınırlar. Borç varlığını sürdürdüğü halde, borçlu, zamanaşımı müessesesine dayanarak, artık o borcun kendisinden istenilemeyeceğini savunabilir; yargılama usulüne ilişkin kurallar kendisine böyle bir def'ide ( zamanaşımı def'inde ) bulunma olanağı tanır. Zamanaşımına uğrayan borç, eksik bir borçtur. Zamanaşımı müessesesinin bu yapısının ( borcu değil, sadece onun alacaklıca talep edilmesi olanağını ortadan kaldırmasının ve sadece borçlu tarafından ileri sürülebilecek bir olgu olmasının ) doğal sonucu olarak, borçlu tarafından yasal süre içerisinde böyle bir def'ide bulunulmadığı takdirde, hakim tarafından kendiliğinden gözetilemez.
Zamanaşımı süresinin başlangıcına gelince:
Kural olarak, zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması için, alacaklının talepte bulunma hakkının varlığını veya bunun muacceliyet kazandığını öğrenmesi şart değildir. Örneğin, BK'nun 207. maddesine göre, menkul satımında satıcının ayıba karşı tekeffül borcundan kaynaklanan davalarda zamanaşımı süresi, ayıp sonradan ortaya çıksa bile, malın tesliminden itibaren başlar. BK'nun 215. maddesi de taşınmaz satımı yönünden benzer bir düzenleme getirmiştir. Dolayısıyla, bu gibi hallerde, zamanaşımı süresi, alacaklının talep hakkının varlığını öğrenmesinden önce de başlayabilir.
Buna karşılık Yasa; haksız fiil, haksız iktisap gibi durumlarda, anılan kurala önemli istisnalar getirmiş ve zamanaşımı süresinin başlamasını sübjektif bir unsura; alacaklının belirli olguları öğrenmiş bulunması koşuluna bağlamıştır ( Türk ve İsviçre Borçlar Hukukunda zamanaşımının başlangıcı yönünden geniş bir açıklama için, Bkz: Andreas Von Tuhr, Borçlar Hukukunun Umumi Kısmı, Çeviren: Cevat Edege, C: 1- 2, Olgaç Matbaası, Ankara 1983, sayfa 697 ).
Belirtildiği gibi, yasanın, zamanaşımı süresinin başlaması için alacaklının belli olguları öğrenmiş olması koşulunu aradığı hallerden biri, haksız fiilden kaynaklanan tazminat borcudur. Buna ilişkin bir ve on yıllık zamanaşımı sürelerini öngören BK'nun 60. maddesinde, bir yıllık zamanaşımı süresinin, zarar görenin, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği tarihten itibaren başlayacağı açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla, haksız fiilden kaynaklanan tazminat davalarında, alacaklı zararın varlığını ve zarar vereni bilmediği sürece, zamanaşımı süresi başlamayacaktır.
Somut olay yönünden önem taşıyan yön, alacaklının zararın varlığını öğrenmesi koşuludur.
Açıktır ki, zararın varlığını öğrenme koşulu, öncelikle zararın gerçekleşmiş olmasını gerektirir: Henüz gerçekleşmemiş bir zararın, herkes gibi, o zararın tazminini isteyebilecek olan alacaklı ( zarar gören ) tarafından da öğrenilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, hukuka aykırı fiil işlenmesine rağmen, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış; zararın ortaya çıkması için, fiil tarihinden sonra birtakım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, doğal olarak zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması da mümkün olmayacaktır.
Her ne kadar, BK'nun 60. maddesinde, ""...Dava ... her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz."" Hükmü yer almakta ve böylece, ilk bakışta fiil tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra zamanaşımının mutlak surette gerçekleşeceği gibi bir anlam çıkmakta ise de, gerçekte böyle bir sonuca varılmasına olanak yoktur. Öncelikle, anılan hükümde yer alan ""zararı müstelzim"" ifadesindeki müstelzim sözcüğünün ""gereken, gerekli, gerektiren"" şeklindeki sözlük anlamından farklı olarak ""neden olan"" şeklinde; ""zararı müstelzim"" sözlerinin de ""zararı doğuran, zarara neden olan"" şeklinde anlaşılması gerektiğine işaret edilmelidir. Böylece, ""zararı müstelzim"" ifadesi, ""zararı gerektiren"" şeklinde değil, ""zararı doğuran"" şeklinde anlaşılmalıdır. Buna bağlı olarak BK'nun 60. maddesindeki ""...Her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra..."" söz dizini, ""Her halde zararı doğuran haksız fiilin işlenmesinden itibaren on sene geçtikten sonra"" şeklinde anlaşılmalıdır. Bu takdirde ise, söz konusu hükme özellikle ""zararı doğuran"" sözlerine gereken vurgu yapılarak anlam yüklendiğinde, Yasa'nın on yıllık sürenin başlayabilmesini de, ortada, bütün unsurlarıyla gerçekleşmiş, zarar doğuran bir fiilin bulunması koşuluna bağladığı sonucuna varılır.
Söylenenler biraz daha açılırsa: Hukuka aykırı ve ancak henüz herhangi bir zarar doğurmamış bir fiilin işlenmiş olması, tek başına yasal 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlayabilmesi için yeterli değildir. Zira, yukarıda değinildiği üzere, bir fiilin haksız fiil olarak nitelendirilebilmesi için, diğer koşullar yanında, onun bir zarara neden olması da zorunludur. Kendisinden kaynaklanan bir zarar bulunmadıkça, bir fiilin hukuka aykırılığından söz edilebilirse de, henüz bir haksız fiil olarak kabulü mümkün değildir. Böyle durumlarda, zarar doğuncaya kadar, ortada sadece hukuka aykırı bir fiil bulunur; dolayısıyla, bu aşamada, haksız fiilin unsurlarından sadece hukuka aykırılık ve -koşulları varsa- kusur unsurları gerçekleşmiş olur. O fiilin, hukuka aykırı bir fiil olmaktan çıkıp, haksız fiil niteliğine dönüşebilmesi ise, ancak diğer iki unsurun; bir zararın doğması ve zarar ile fiil arasında nedensellik bağının bulunması unsurlarının birlikte gerçekleşmesiyle mümkündür. Kısaca, hukuka aykırı bir fiil, bütün bu koşulların birlikte gerçekleştiği andan itibaren haksız fiil niteliğine bürünür; o potansiyeli taşıdığı halde henüz nedensellik bağını da içeren bir zararı doğurmamış olan hukuka aykırı nitelikteki bir fiil, zararın doğacağı ana kadar haksız fiil olarak nitelendirilemez. Dolayısıyla, haksız fiil, zorunlu olarak, bir zarar doğurduğu anda bütün unsurlarıyla tamam olur ve ancak o tarihte işlenmiş sayılabilir.
Başka bir anlatımla binanın yapımı, yönetmeliğe aykırı olmasına karşın, o tarihte zarar doğmadığından davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olamayacaktır. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı eylemi gerçekleşmiştir. Ancak ortada henüz bir zarar bulunmamaktadır. Yukarıda değinildiği gibi, her hukuka aykırı eylem, zararın oluşmasına neden olmayabilir. Binanın yapımı sırasında oluşan hukuka aykırılık eylemi, depremin oluşumu sonucunda zararı doğurmuştur.
Özetlemek gerekirse: BK'nun 60, maddesi, gerek bir ve gerekse 10 yıllık sürelerin başlayabilmesini, bir zarara neden olmuş, dolayısıyla haksız fiil olarak varlık kazanmış bir fiilin varlığına bağlamaktadır. Dolayısıyla, neden olduğu zarar henüz gerçekleşmemiş bir fiilin salt işlenmiş olması, anılan sürelerin başlaması için yeterli değildir.
Öte yandan, zamanaşımı başlangıcına ilişkin genel hüküm niteliğindeki BK'nun 128. maddesine göre de, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar. Buradaki ""muacceliyet"" kavramının, alacaklı tarafından talep ve dava edilebilir hale gelmiş olma anlamını taşıdığında, dolayısıyla, öncelikle doğmuş bir alacağın varlığını ( haksız fiil açısından bakıldığında, tazminat alacağına neden olan zararın gerçekleşmiş olmasını ) gerektirdiğinde; yine ""alacak"" kavramının, haksız fiile dayalı tazminat alacağını da kapsayan bir genişlik taşıdığında kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Kısaca, tazminat alacağına ilişkin zamanaşımı süresi de, diğer alacaklar gibi, onun alacaklısınca talep ve dava edilebilir hale geldiği anda başlayacaktır.
Bütün bu açıklamalar, BK'nun 60. maddesindeki 10 yıllık sürenin, her halükarda, zararın meydana geldiği; haksız fiilin bütün unsurlarıyla gerçekleşip hukuken bu niteliğe büründüğü tarihten itibaren işlemeye başlayacağını ortaya koymaktadır. Öğretideki farklı görüşler Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında dile getirilip değerlendirilmiş, ancak, açıklanan gerekçe karşısında çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
Somut olay bu hukuksal çerçevede değerlendirildiğinde: Davacıya ait mesken her ne kadar Yapı Kullanma İzin Kağıdına göre 06.11.1975 tarihinde tamamlanıp teslim edilmiş ve o tarih itibariyle hukuken binanın davalılar ile ilişkisi kesilmiş ise de, davalıların haksız fiili, onun sonucunda oluştuğu ileri sürülen zararın meydana geldiği ( zararın oluşmasına neden olan olgu olarak depremin oluştuğu ) 17.08.1999 tarihinde gerçekleşmiş sayılmalıdır. Dolayısıyla, BK'nun 60. maddesindeki bir ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin başlangıcına bu tarih esas alınmalıdır.
Görülmekte olan dava, 28.10.1999 günü, yani, zararın varlığının ve zarar verenin kim olduğunun davacı tarafından öğrenildiği deprem tarihinin üzerinden bir yıllık süre geçmeden açılmıştır. Dolayısıyla, zamanaşımı gerçekleşmemiştir.
Yargıtay'ın bu konudaki uygulaması da, deprem nedeniyle oluşan zararların tazminine ilişkin davalarda, zararın öğrenildiği tarihin, dolayısıyla, evleviyetle o zararın ortaya çıktığı deprem tarihinin zamanaşımı sürelerine başlangıç olarak alınması gerektiği yönündedir ( Örn. HGK'nun 04.06.2003 gün ve 2003/4-400-393 sayılı kararı ).
Diğer yandan, Yargıtay Ceza Genel Kurulu da, 17 Ağustos 1999 tarihli depreme ilişkin bir ceza davasında, TCK'nun 383/2. maddesinde düzenlenen suçun, binanın tamamlandığı ( Yapı kullanma izin belgesinin alındığı ) tarihte değil, binanın deprem sonucunda yıkıldığı anda işlenmiş sayılması gerektiğine oybirliğiyle karar vermiştir. ( YCGK'nun 04.03.2003 gün 2002/9-314 esas, 2003/15 karar sayılı kararı ). Davaya atfedilen haksız fiilin, aynı zamanda cezayı da gerektiren bir fiil niteliği taşıdığı, dolayısıyla, söz konusu Y.C.G.K. kararının, eldeki davaya konu haksız fiil yönünden de geçerli bir saptamayı içerdiği kuşkusuzdur.
Belirtilmelidir ki, hem haksız fiil olarak tazminat borcunu, hem de suç oluşturması nedeniyle cezayı gerektiren bir fiilin, medeni hukuk ve ceza hukuku açısından farklı tarihlerde işlenmiş ( tamamlanmış ) sayılmasını haklı gösterebilecek herhangi bir hukuksal gerekçe mevcut olamaz. Yine, BK'nun 60/2. maddesindeki uzamış zamanaşımı kuralını öngören hükmün, ceza zamanaşımı gerçekleşmiş olmadıkça, hukuk davasının zamanaşımına uğramasını önleme amacını güttüğü de, 1 ve 2. fıkraların sıralanış biçiminden açıkça anlaşılmaktadır. O halde, aynı zamanda suç da oluşturan, eldeki davaya konu haksız fiile ilişkin ceza zamanaşımı gerçekleşmedikçe, ona dayalı tazminat isteminin zamanaşımına uğraması da hukuken mümkün olmayacaktır. Bu yönüyle de, somut olayda dava zamanaşımının gerçekleşmemiş olduğunun kabulü zorunludur.
Son olarak, zamanaşımı süresinin zararın gerçekleştiği tarihten itibaren başlatılmasının; örneğin, 100 yıl önce yapılmış bir binanın depremde yıkılması halinde, onu inşa eden kişinin torununun torunlarının dahi sorumlu tutulması sonucuna yol açacağı şeklindeki yorum ve endişelere cevap olarak şu açıklamanın yapılması gerekmiştir: Yukarıda ayrıntılı olarak değinildiği üzere, haksız fiil kavramı, zorunlu olarak, doğan zarar ile hukuka aykırı fiil arasında nedensellik bağı bulunmasını gerektirir. Somut olayda Yerel mahkeme, davanın zamanaşımı yönünden reddi gerektiği kanısına vardığı için, işin esasına ilişkin yeterli inceleme ve araştırma yapmamış; dolayısıyla, haksız fiilin unsurlarına ilişkin olarak yukarıdaki açıklamalarda değinilen yönleri değerlendirmemiştir. Bu hususlar işin esası ile ilgili bulunduğundan ve mahkemece işin esasına girilmediğinden Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmeler sırasında da işin esası incelenmemiştir.
Hal böyle olunca, mahkemece yapılacak iş, davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılmış olduğu benimsenmek suretiyle, işin esasına girişilerek, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde hukuken geçerli tüm delilleri sorulup toplanarak, ortaya çıkacak uygun hukuksal sonuç çerçevesinde bir karar verilmesinden ibarettir.
Yerel mahkemece aynı yönlere işaret eden Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 22.10.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.